Adam sokakların kıyısından yürüyerek mahallenin içine doğru girdi ve o ahşap binanın yüzüne bakınca bütün çocukluğu gözünün önünden birer birer geçti.
Anlatmak istiyordu İstanbul'a sen yüzyılların yol haritasında adımlarını büyüten çocuklar için güneş doğurdun.
Gökyüzünde bulutlar bazen baktı.
O çocukların yüzüne ama kimsesiz kalan bir zaman yoktu hiçbir zaman.
Belki anneler babalar çocuklarının yıldız olması için geleceğini kurma hayalleriyle onlara aşk yürüyorlardı.
Bazıları.
Bazen yoksulluk, bazen keder, bazen umutsuzluk gelip kapına dayanıyordu.
Peki o zaman ne olacaktı?
Nasıl aşılacaktı bu şehrin yüreğinde bir insan olarak?
Neler yapmak gerekiyordu?
İstanbul'a nasıl sarılmak?
Onun sofrasında doymak için hangi sahneye adım atmalıydı?
Belki bunu söyleyen Mimar Sinan'ın eserleri.
Belki bunu söyleyen
Hezerfen Çelebi'nin kanatları.
Kanatlarında kalan özgürlük.
Ya da Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sonra bıraktığı o insanlık haritaları.
Ya 81 ilin yüreğinden kopup gelen çocukları.
Çocukların yaşama hakkı olmayacak mıydı?
İşte bütün bunları düşünen, bunlara kafa yoran insanların yarattığı bir ülke var.
Hani Anadolu'dan geldik, açtık yüreğimizi emek ve alın teri içinde akan saatlerin ışığı olmak için.
Bir yanda İstanbul, bir yanda İstanbul.
Herkes birbirinin yüzüne bakıp yaşamaya çalışıyordu. Bu dünyanın kanunuydu.
İşte harbi starlar sessiz kalmıyordu artık.
Herkes birbirinin yüzüne bakıp yaşamaya çalışıyordu.
Her duygunun, her zamanın içinde yeniden, yeniden, yeniden doğmak için yolculuğa çıkıyordu.
O yolculuk ki unutulmayacak sayfaların insanlık tarihine ferman olurdu.
O yolculuk ki unutulmayacak sayfaların insanlık tarihine ferman olurdu.